21 Kasım 2014

ORMAN MI YAĞMUR ÇEKER, YAĞMUR OLAN YERDE Mİ ORMAN OLUR?

ORMAN - YAĞMUR İLİŞKİSİ VAR MI?:

Konuya girmeden önce, bizzat kendim çektiğim ve ülkemizin büyük bölümün kuraklık yaşadığı 4 yıl öncesinden birkaç kare fotoğraf paylaşayım.

Bu fotoğrafları Bergama'nın Bakırçay kenarından çektim. 


Bulutların V şeklinde yani konik şekilde toplandığı en uç yer Bergama'nın Kozak Yaylası ormanlarının hemen üstü.



O esnada gökyüzünün hiç bir yerinde ne bulut vardı ne de bir rüzgar. 





Bu bulutlar 5 dakika içinde Ayvalık-Dikili denizi üzerinden adeta bu ormanlar tarafından emilip çekildiğini ve bu şekilde toplandığını, güzelce yağmur bıraktığını birebir kendi gözlerimiz ile gördük. 

Bulutlar önce Ayvalık tarafından toplanmaya başladı ve Dikili üzerinde iyice yoğunlaşıp, konik şeklinde, koniğin merkezi Kozak ortasına gelecek şekilde kozak ormanları üzerinde toplanıverdi.

(Aslında bu biz Bergamalılar için gayet normal bir olay. Çünkü buna çok şahit oluyoruz. Özellikle Bahar-yaz aylarında çok sık yaşanır).


Fotoğrafları çektiğim yıl ve bir yıl öncesi ile bir yıl sonrası ülkemiz büyük kuraklık yaşamıştı ve nerede ise yağmursuzluktan kırıldığımız zamanlardı. 

Ama o büyük kuraklık döneminde bile Bergama'nın bu bölümü asla kuraklık çekmedi. 

Çünkü Kozak ormanları fotoğraflarda görüldüğü üzere, gökyüzünün hiç bir yerinde bulut yokken (ve meteorolojiye göre herhangi bir yağmur durumu yokken), Dikili ve Ayvalık denizleri hattı üzerinden topladığı bulutları adeta kendine çekti ve Kozak ormanlarının olduğu yere bol yağmur yağdırdı.

Benim olduğum Bakırçay bölgesine de 
iyi bir yağmur serpiştirdi.

(Ki... Kozak Bergamanın Kuzeyinde, ben ise o sırada Bergamanın tam Güneyinde kalıyordum).

Deniz üzerinden toplanan bulutlar Batıdan Güneye ve sonra da Doğuya doğru adeta yarımay şeklinde gökyüzünü taramıştı.

Bu olaya, ister bol yağışlı yıllarda olsun, isterse büyük kuraklık dönemlerinde olsun, her yıl sık sık tanık oluyoruz Bergamada. O kuraklık yıllarında susuzluk çekmeyen bir kaç bölgeden biri idi Bergama ve Kozak bölgesi.

Ama aynı şey Bergama'nın Güneyinde kalan Yuntdağ bölgesi için geçerli değil. 

Çünkü orada Kozak'taki gibi bol orman yapısı yok.

Bilimadamları "Ormanlar yağmur bulutlarını falan çekmez. Hikaye bunlar" diyorlar ama biz bu olaya Bergama'daki Kozak ormanlarında her yaz şahit oluyoruz.

Ormanlar yağmur bulutlarını çekmiyorsa... bu nasıl oluyor?

Ormanlar adeta bir su dinamosu  gibi yeraltından emdikleri suyu buharlaştırıp, kendi yağmurlarını yaratıyor olabilirler mi?

Prof. Miktad Kadıoğlu sanırım buna benzer bir açıklama yapmıştı. Akla gelen en mantıklı açıklama bu olsa gerek.

Her ne olursa olsun, her halükârda ormanlar susuzluğun en büyük düşmanı diyebiliriz.

Ormanlarımız en kıymetli ve ulusal güvenliğimiz için en büyük hazinelerdir.

Ne yazık ki hükümet en son Avm-Hes-Toplu konut projelerini, ÇED raporundan muaf tutan bir yasa çıkardı.

Bu da demektir ki... zaten yeşil düşmanı olan bu yönetici kadrosu, ortada yeşillik ve doğa namına bir şey bırakmayacak.


Oysa bir ülkede ormanlar en stratejik yerlerdir. 

Başka ülkeler ormanlarını askerler ile korurken, biz elimizle yok ediyoruz.

...

20 Kasım 2014

TARIMDA GELDİĞİMİZ NOKTA:

TÜRK TARIMINA NE OLDU?


Daha 20 yıl öncesine kadar KENDİ KENDİNE YETEN ÜLKE kategorisinde olan ülkemiz, şu an değil kendi kendine yeten, Buğdağını, İneğini, Pamuğunu İthal eden (Dışarıdan satın alan) ülke durumuna getirildi.

Oysa, daha düne kadar biz bunları İhraç eden (Dışarıya satan ülke) konumundaydık.

KENDİ KENDİNE YETEN BİR ÜLKE der'ken ne kastedilir?

Kendi kendine yeten bir ülke olabilmek için, şu aşağıda ki 7 maddelik unsurun o ülkede olması kâfi'dir.

1 - Tarım için yeter oranda elverişli arazi.
2 - Yeterli su kaynağı.
3 - Buğday üretimi.  
4 - Pamuk üretimi. 
5 - Şeker Pancarı üretimi.
6 - Meyve ve Sebze çeşitlerinin kolay yetişebilme olanağı.
7 - Hayvancılık yapmak için gerekli bitki çeşitliliği.


Bir ülkede aşağı yukarı bu yedi ANA UNSUR varsa, o ülke çok rahat hem kendi kendine yeten bir ülke olur, hem de çok rahat bunları ihraç edip, para kazanan bir ülke olur.

Bu unsurlar ülkemizde var mı?

Elbette var. Hem de çok çok fazlası ile var.

1- Ülkemizde çok sayıda tarıma elverişli ova var. Bu ovalara şehir ve sanayi üsleri kurup azaltmaz ve yok etmez isek fazlasıyla ovamız var.


2- Su kaynaklarımız da yeterince var. Aşağıda geniş bir yorum göreceksiniz.

3- Buğday üretimi her ülke için en önemli gıda konusudur. Buğday'dan elde edilen yan sanayi, yani unlu mamüller ekmek'ten, makarna'ya, irmikten bulgur'a, un ve undan yapılan tatlı ve binbir çeşit ürün'e kadar çok geniş bir yelpazede en önemli tarım ürünüdür. Olmazsa olmaz'dır.

4- Pamuk üretimi ise ülkenin tüm tekstil ve oluşturduğu yan sanayi ile yine olmazsa olmaz bir tarım ürünümüzdür.

5- Şeker pancarı ise şekerin zararına rağmen yine olmazsa olmaz bir üründür. Çünkü yemekten tatlı sanayine (pastadan lokuma, şekerlemelere ve bilumum tatlıya kadar kullanılır), unlu mamullerden içecek sanayine çok geniş bir yelpazede kullanılan, sofralarımızın her yönden olmazsa olmazı'dır. Hele hele genetiği ile oynanan mısır ve şeker kamışından üretilen yapay tatlandırıcılar yerine, doğal şeker pancarı üretimi kesinlikle şarttır.

(Osmanlı döneminde tüketilen o meşhur şuruplar, lokumlar, şekerlemeler neden yapılıyordu? O yıllarda şeker hastalığı bu kadar var mıydı? O yıllarda yapay tatlandırıcılar var mıydı?)  !!?


6- Ülkemiz 4 iklimi yaşadığından Yaz ve Kış sebzeleri ve meyveleri yönünden en şanslı ülkelerden biri. Ve her tür meyve ağacı ve ağaç olmayan meyvelerin üretimi için çok elverişli. Sebzenin ise her türlüsü yetiştiriliyor.

7- Hayvancılık yapmak için bitki çeşitliliğimiz de var. Orta Asya'da yaşayan atalarımızın topu topu 7 çeşit bitki ile hayvancılık yapmaya çalıştıklarını düşününce, Anadolumuzda yetişen binlerce bitki çeşidi ile kıyaslama yaptığımızda ne kadar şanslı olduğumuz ortaya çıkıyor.

Hayvancılık derken sadece Dana ve Koyun-Keçi'den bahsetmiyorum elbette.

- Büyük ve küçükbaş hayvancılık. (kırmızı et sanayi).

- Kanatlı hayvancılık. (Beyaz et sanayi).
- Balıkçılık. (Su ürünleri sanayi).
- Arıcılık. (Bal ve yan ürünleri sanayi).

Bunlardan üretilen süt ve yan sanayi ile yumurta ve kullanıldığı çok geniş sanayi ile üç tarafımızın deniz ve içeride ki ana karada var olan irili ufaklı nehirler ile doğal ve yapay göller ile balıkçılık sektörü ve yeni yeni yıldızı parlayan Arıcılık ile hemen her türlü hayvancılık yapılabiliyor bu ülkede.

Yeter ki devlet tarafından desteklensin. 

En azından Kooperatifler aracılığı ile her şekilde mükemmel bir hayvancılık yapılabilir. Ama bırakın kooperatifçiliği, hükümetlerimiz uzun yıllardan beri Et ve Balık kurumu, Tariş, Fisko Birlik ve bir çok irili ufaklı çiftçi Kooperatifi gibi... çeşitli kooperatifler kapatıldı ya da baskı uygulanıp yok edildiler. Et ve Balık kurumu yine açıldı ama artık iş işten geçti. Toparlanması için uzun yıllara gerek var.

Ehh... 


Çiftçiyi-tarımı ve hayvancılığı kalkındıracak olan bu kurumları yok ederseniz, işte böyle soğanı, patatesi, meyveleri-sebzeleri 5-6 tl.ye yemeye başlarız. 

Kırmızı et 40-50 tl.ye, 
Peynir 30 tl.ye, 
Pirinç 13 tl.ye yükselir.

Yeterince ürün olmayınca uyanık fırsatçılar hemen devreye girer stoklama ile ürünleri böyle arttırırlar. Bunlara bu fırsatı veren ne yazık ki hükümetler'dir.

Meyve-sebzeyi yakında 10 tl.ye yemeye başlarız.




Ülkemiz 4 mevsimi yaşayan çok harika bir coğrafya'da bulunuyor demiştik. Yeterli miktarda su kaynağımız var. Tarım arazimiz var. Meyve-sebze çeşitliliği ve üretim olanağı var. Hayvancılık için çok gerekli olan bitki çeşitliliği var.


(Yeterli su kaynağının olmadığını varsaysak bile, günümüz teknolojisinin deniz suyunu arıtma ve kullanma aşamasına geldiğini ve artık bunun eskisi kadar çok pahalı olmadığı dönemlerdeyiz. Adamlar deniz suyunu arıtarak çölün ortasında neler neler yapıyorlar).

Ki... Ülkemiz su açısından diğer birçok ülkeye nazaran çok şanslı.

Kışın ülkemizin büyük bölümüne kar yağar ve bu karlar eriyip tatlı su haline gelir ve bir çok ülkede olmayan büyüklü küçüklü nehirlerin derelerin oluşmasını sağlar. Bu yönden çok şanslıyız.

Bahar ve Güz yağmurları da cabası. Bizim su sorunumuz yok. Eğer sanayi artıklarının nehirlere verdiği zararı çok sıkı bir şekilde denetleyebilirsek (bu çok rahat yapılabilir), kullanılabilir suyumuz çok daha fazla olacak.

Hiç olmadı Arap ve İsrailliler gibi deniz suyunu arıtmak ile bile yapılabilir. Çok para lazım falan demesin hiç kimse. Milleti aç gezerken, bilmem kaç milyar dolara ak-saraya harcanan paralar varken, kimse para sorunundan falan bahsetmesin.


Yeterli tarım arazimiz olduğuna ve bunların sulanılabilirliliği de sağlanabildiğine göre, nasıl oluyor da biz buğday-inek-saman-pamuk ihtal eden bir ülke durumuna geldik?


Yöneticilerin yetersizliği ve güçlerini dışarıdan almaları olabilir mi nedeni?

Değerli (!) bir büyüğümüz yıllar önce şöyle demişti: Ürettiğimiz tarım ürünlerini satamadıktan sonra üretmenin ne anlamı var?

Satamıyorduk ama en azından şimdi ki gibi satın da almıyorduk.

Şimdi böyle daha mı iyi oldu?

Geri kalmış dünya ülkelerinin "Kifayetsiz muhterisleri" desek az bile onlara.

Uluslararası küresel şirketlerin oyuncağı olursanız, işte ülkeniz böyle böyle elden gider.

Vatandaşlar ve üstelik çiftçi olan bir çok köyde bu hükümet halen 1. parti çıkıyor. Bunun mantığını çözemiyorum.

"İnsanlar layık oldukları şekilde yönetilirmiş" diyenler yerden göğe haklı sanırım.






12 Kasım 2014

DOĞAL YİYECEKLER.

EVDE DOĞAL YİYECEKLER HAZIRLAMAK:


Market, şarküteri gibi yerlerden sanayi tipi turşu, zeytin, peynir gibi yiyecekleri alacağınıza, kendiniz bizzat evde yapabilirsiniz. Peynir işi biraz uğraştıran bir iş olduğundan, güvendiğiniz ve iyi olduğuna emin olduğunuz yerlerden peynir alabilirsiniz.

Ama turşu, reçel, salça, zeytin gibi yiyeceklerinizi kendiniz yapabilirsiniz. Bunlar fazla zahmetli işler değil. En azından ne yediğinizi bilirsiniz.

Ama başlamadan önce özellikle de zeytin konusunda bir kaç kelam edelim.

Bu bizim kendi ürünümüz olan zeytinlerden elde ettiğimiz zeytinyağı. 






Köyde ki evimizin bahçesinde ki zeytin ağaçlarımızdan biri.


Ne yazık ki, ülkemizi yöneten kifayetsiz ve yetersiz yönetici sınıfı son günlerde bu güzelim zeytinlerimize savaş açmış durumdalar ve zeytinlik alanların yok olması için yeni bir MADEN YASASI çıkardılar.

Bu yasanın zararını daha şimdiden görmeye başladık bile.

 Komşumuz Soma ilçesinin Yırca köyünde olanları biliyorsunuzdur tv.lerden.

Köylüler zeytin bağlarını satmış olabilirler. O başka bir şey. Önemli olan hükümetin ULUSAL GÜVENLİĞİMİZ için korumak ve çoğaltmak zorunda olduğu bu MİLLİ SERVETİMİZİ yok edecek şekilde yasalar çıkarmasıdır. Yoksa "köylü bağını satmış, maden sahibi elbet isterse ağaçları keser" demekle olmaz bu işler. Bu yerüstü milli servetimiz zeytin, yeraltı madenden ve santraldan çok daha önemlidir. Kömür asla zeytinin yerini almamalı. 


Aynı şey Kozak'ta ki çam fıstıkları için de geçerli. Çam fıstıklarının getirisi, orayı mahvedecek olan Altın madeni ve Altın'dan çok daha kıymetlidir. 

Tarım Bakanlığı Soma'da zeytinleri kesen maden şirketine 181.000 tl. para cezası kesmiş. Şu anda kesilen bu cezanın hiç zerre önemi yok. Bu yasayı çıkarırken düşünecektiniz onu.

Aslında yönetici sınıfımızın zeytine karşı yaptıkları ilk düşmanlık değil bu. Çok önceden beridir ülke olarak zeytin ve zeytinyağı üretmememiz için, çok uluslu Emperyal şirketlerin ülkemiz üzerine oynadığı uzun vadeli bir oyundur bu. 

(Aynı tezgah pamuk, tütün, şeker pancarı, buğday, hayvancılık ve köylü için de geçerli).

Bundan uzun yıllar önce.

Zeytinyağlı yiyemem aman, 
Basma da fistan giyemem aman, 
Senin gibi (önceleri cahile) zalime efendim diyemem aman 

şeklinde ki türkü ile halkımızın bilinçaltına oynayarak başladılar bu işe. 

Ve  ne tesadüftür ki (!) hemen ardından yabancı devletlerin ürettiği margarinler ülkemize girmeye başladı. 

Zeytinyağı yemeyin ama Margarin yiyin. Verilen mesajın özü budur.


Zeytinyağlı yiyemem aman der'ken, zeytinyağı yememek bilinçaltlarına empoze ediliyor.

Basma da fistan giyemem aman der'ken, pamuklu yerine yabancı sentetik ve kot tarzı giyim özendiriliyor ve BASMA'nın köylü işi olduğu işlenip, bir küçümseme ve alay etme vurgusu yapılıyor.


Keza aynı dönemlerde Emperyalistler ve Feodal toprak ağaları ortaklaşa KÖY ENSTİTÜLERİMİZİ kapattırıp, köylümüzün, yani çifti sınıfımızın eğitilmesi, bilinçlendirilmesi ve kalkındırılmasının da önüne geçtiler. Üstüne bir de böyle Türküler yazdırıp alay ettiler. !

(Bu Türkünün içerdiği yönlendirme nedenini kavrayamayan insanlarımız, ne yazık ki düğünlerde bu Türkü ile göbek atar hale geldiler. Halbuki ağlanacak bir duruma göbek atar oldu. Bence bu Türkü kesinlikle iletişim araçlarında ve düğünlerde çalınmasının yasaklanması gerekir).

Yani kısacası; 


- Hem böyle bu tarz Türküler ile KÜLTÜREL YÖNDEN

- Hem siyasiler aracılığı ile KÖY ENSTİTÜLERİNİ kapattırıp EĞİTİM YÖNÜNDEN.

- Hem de yine siyasilere çeşitli Tarım politikalarını uygulatıp, SİYASET  ve TARIMCILIK YÖNÜNDEN bu engellemeleri yaptılar ve halen devam ediyorlar.

Akp hükümetinin çıkardığı bu son yasa ile zeytin alanlarımız büyük darbe yiyecekler. 

(Zaten bu tür yasaları, hep Akp-Anap-Dyp-Dp gibi Sağ partilerimizin hükümetleri döneminde çıkarttılar. Yani sadece bugün'ki hükümeti değil, önce ki benzerleri de çok kabahatli bu konuda).

İşin ilginç noktası da şu;

Özellikle Ege-Akdeniz bölgesinde son yıllarda inanılmaz zeytin ağacı dikilmeye başlamıştı. Türkiye zeytin konusunda Dünya liderliğine oynamak üzere idi ve tam bu dönemde bu Maden Yasası çıkarıldı. 

Ne tesadüf. ! ! !

Bu nedenle; İnadına zeytin dikelim arkadaşlar. İnadına kendi ülke firmalarımızın ürettiği zeytin ve zeytinyağını alalım. Yabancı şirketlerin ürünlerini mümkün olduğunca almayalım.

(Sen hiç yabancı şirketlerin ürünlerini almıyor musun? diye sorabilirsiniz. Ne yazık ki hepimiz ister istemez yabancı şirketlerin ürettiği ve ülkemize soktuğu metaları almak-kullanmak zorunda kalıyoruz. Şu kullandığımız internet ve kullandığımız bilgisayarlar bile yabancı şirketlerin ürünü. Bundan istesek de kaçamıyoruz. Ama almama fırsatımızın olduğu ürünlerde var. Zeytin-zeytinyağı gibi. Son aylarda Fransız-İtalyan-Yunan şirketleri zeytin fabrikalarını almak için ülkemizde ki yerel firmalar ile görüşüyorlar. Bunlardan değil de, kalan yerli şirketlerimizin ürünlerini kullanalım).







&   &   &   &   &   &   &   &   &


EVDE YEŞİL ZEYTİN YAPMAK:

Bu günler tam yeşil ve siyah zeytin kurma günleri.

Kendinizin zeytin ağacı yoksa bile, pazarlarda ya da mahalle aralarında satan satıcılardan beğendiğiniz zeytinleri alıp, 2.er kg.lık bidonlara kurabilirsiniz.





İster hergün isterseniz günaşırı yeşil zeytinlerin suyunu döküp, taze su ile doldurmak suretiyle acılığını alıyoruz. Takriben 15 gün kadar sonra acılığı çıkmış oluyor. Bu aşamada son bir kez tuz ve limon tuzu ile salamura suyunu hazırlayıp, dolduruyoruz ve bir 10 gün daha böyle bekletip tüketmeye başlıyoruz. Dilerseniz bidonun içine kişniş tohumu da koyabilirsiniz. Değişik bir aroma veriyor.

(Salamura suyu için, bloğun önce ki sayfalarında detaylı anlatımım var).




5 lt.lik bidonlarda ki zeytinler artık olmak üzere. En son ekşi-tuzlu salamura suları konularak, tüketilmeye hazırlar.


Hem yeşil hem de siyah zeytin özellikle ilk kurulduğu zamanlar yemesi çok hoş. Hafif acımtrak ve bol ekşili olarak çok lezzetli oluyorlar.



&  &  &  &  &  &  &  &  &  &


TURŞU YAPMAK:

Biber turşumuzda sadece biberler ve birkaç tane de havuç var. 5 lt.lik bir bidona doldurup, aralarına mutlaka bir kaç parça kereviz yaprağı ve dalı ekliyoruz. 



Yine 5-6 tane kadar sarımsak koyuyoruz. 




En üstüne de, asma yaprağı veya maydanoz koyuyoruz. 
En son, salamura suyumuzu doldurup, sıkıca kapağını kapatıp, loş bir yere kaldırıyoruz.


İşte 15 gün sonra ki turşumuz bu şekilde yenmeye hazır oluyor. 



(Biberleri ortadan uzunlamasına keserseniz, ilk doldurduğunuz salamura suyu zaten biberlerin içine hemen gireceği için eksilmez ve iki de bir salamura suyu eklemek zorunda kalmazsınız).

&  &  &  &  &  &  &  &  &  &  &

İNEK PEYNİRİNİN EVDE OLGUNLAŞTIRILMASI:

Bu peynir taze inek peyniridir. En ucuz peynirimizdir. Takriben kg.mı 8-9 tl. civarında satılıyor. Taze olarak da tüketebilirsiniz ama ben bu peyniri 4-5 ay peynir suyunun içinde dinlendirmeye alıyorum ve aynen tulum peyniri gibi sert ve nefis bir peynir oluyor.

Koyun-Keçi tulum peynirleri oldukça pahalı. Nerede ise et ile yarışır duruma geldiler. Bu nedenle, bu ucuz inek peynirini bu şekilde tulum peyniri kıvamında yapabilirsiniz. Tadı daha da güzelleşiyor. Taze olarak yenilmesi ile sertleşmiş olarak yenilmesi arasında çok bariz fark oluyor.

3-5 litrelik bir bidon alın ve peynircinizden 3 kg bu taze inek peynirini alın. Peynirciniz bu şekilde küçük karelere bölüp, bidona doldursun. Sonra da üzerine orjinal peynir suyunu doldursun. Evinizde ışık almayan soğuk bir oda da (ya da Yaz aylarında buzdolabında), 4-5 ay olgunlaştırın.

Ben peynircime bunu yaptırdım. Olgunlaştıktan sonra lezzetinin çok farklı olduğunu göreceksiniz.








Olgunlaştıracağınız su MUTLAKA orjinal peynir suyu olsun.

 Peynircinizde vardır zaten. Her peynircide bu şekilde su bulabilirsiniz.

Olur da, peynirciniz su vermez ise (ya da yok derse), siz de başka bir peynirciden önceden konuşarak böyle sulu şekilde peynirinizi satın alın.

Asla evde kendi yapacağınız salamura suyu kullanmayın. !

Çünkü olmaz. Peyniriniz erir.

7 Kasım 2014

NOSTALJİ - ESKİDE KALANLAR.

ESKİ ZAMANLAR:

Yaş belli bir noktayı geçip de şöyle bir geriye dönüp baktığımız zaman, günümüz modern dünyasının her şeyi çok çabuk tükettiğini ve yeni nesil ile beraber biz eski nesillerin de buna ayak uydurduğunu (ister istemez) ve aşırı çabuk tüketen bir topluma dönüştüğümüzü daha iyi anlar olduk hepimiz.

Tabii bu da, eskiye özlemi ve eskinin çok daha doğal ve güzel olduğunu düşünür olmamıza neden oldu. Aslında bir noktaya kadar haklıyız da. 

"Bu durum her devirde böyle olmuştur. Sadece bugün'e özel değil" diyenler olacaktır muhakkak ama ben böyle düşünmüyorum.

Muhakkak bu durumun benzeri, Tarihin belli noktalarında olmuştur. Ben o noktalara "GEÇİŞ DÖNEMLERİ" diyorum.

Çok sık olmamak koşulu ile eskiden de böyle dönemler olmuştur.

Fakat o dönemler şimdi ki kadar ÇOK HIZLI DEĞİŞİMLERİN olduğunu sanmıyorum. Farklı ama bu farkın yavaş yavaş oluştuğunu düşünüyorum.

Son 20 yıllık dönemde yaşanan teknolojik gelişmelerde yaşanan hızlılık, kesinlikle diğer geçiş dönemlerinde yaşanmamıştır.
  
Tarihte çok önemli kırılma dönemleri yaşandı.

- Ateşin icadı ve sonrası.
- Tekerliğin icadı ve sonrası.
- Demirin icadı ve sonrası.
- Yazının icadı ve sonrası.
- Barutun icadı ve sonrası.
- Matbaanın icadı ve sonrası.
- Elektiriğin icadı ve sonrası.
- Atomun parçalanması ve sonrası.

... gibi.

Günümüz döneminde yaşadığımız bu ani gelişmeler öncelikle Elektiriğin icadına ve ona bağlı olarak da Sanayinin ani gelişmesi ile çok yakın ilgilidir ama bu süreç bile en az 50 yıl sürmüştür. 

Bu ikisine bağlı olarak da, Atomun parçalanması son 50 yıla damga vurdu. Bütün bunların kolaylaşması ve kolay ilerlemesinin ana temel faktörü elbette elektirik'tir. 

Bu nedenle;

Günümüz Elektirik-Teknoloji-Sanayi-İnternet-Uzay çağı dönemi olduğu için, eskiden yaşanan bu ara geçiş dönemlerinden çok çok daha hızlı değişimlerin ve her şeyin çok çabuk eskidiğini, yani tükendiğini düşünüyorum.

İşte bizler de bu GEÇİŞ DÖNEMİNİ tam ortasında yaşayan insanlarız. Gelecek nesil yine hızlı tüketen bir dönemde yaşayacak olsa da, bunu normal karşılayacağı için, bu durum onlara normal gelecek.

Bu hızlılığı sadece o geçiş dönemine rast gelen nesiller farkedebilirler. (Bizler gibi).

Bizler YOKLUK ile VARLIK dönemlerini bir arada yaşadığımız bağlantı dönemi (yani geçiş yılları) olan şu 20-50 yıllık ara dönemde yaşıyoruz. 

(O geçiş dönemleri genellikle 20-50 yıl sürer ve en hızlı değişim o süre içinde gelişir. Varlık-Yokluk derken de, şu anda OLAN ama yakın bir dönemde OLMAYAN şeyleri kastediyorum).

Bugün yaşantımızın vazgeçilmezi olan bir çok şey, bundan topu topu 20 yıl-30 yıl önce yoktu. Son 20 yıldan beri geldiğimiz nokta inanılmaz hızlı oldu. 

- Uzay ve Uydu Teknolojisi.
- İnternet Teknolojisi.
- Gen Teknolojisi.
- Nano Teknolojisi.

İnsanlık Kil Tablet'ten Elekronik Tablete belki binlerce yıl sonra geçti ve arada değişik kırılma dönemleri yaşandı.






Ama

Şu saydığım son dört madde de olan değişim için insanlık son 50-20 yıl adeta uçtu gitti ve hâla gidiyor.

Ben de bu bölümde eskiden çok sevdiğim şeyler olan çeşitli araç-gereçten, yiyeceklere, eşyalara, oyunlara kadar geniş bir sıkala'da   GEÇMİŞİN İZLERİNİ paylaşacağım. 

&   &   &   &   &

Bir yerden başlayalım bakalım, neler varmış eskilerde.

ESKİ RADYOLAR:

Ne yazık ki bu eski radyoların çoğunda FM KANALI yoktu eski yıllarda. O nedenle, şu anda çalışıyor olsalar bile, artık Orta-Kısa-Uzun dalga radyo istasyonları yayın yapmadığı için dinleyemiyoruz.

Çocukken bu radyolardan radyo yayınlarının yanı sıra, kanal ararken aralarda çıkan ve gaip'ten geliyormuş gibi gelen tuhaf seslere bayılırdım. Hâla o sesler var. Ne güzel o sesler.

Şimdi sadece nostaljik aksesuar olarak kullanabiliyoruz. 

Çok sevimliler değil mi?

(Aslında bunların hoparlörüne, Fm kanallı bir radyonun çıkışından bağlantı yapıp, radyo çalışıyormuş gibi yapılabilir). 

(FM istasyonu olan eski radyolar kullanılabilir. Çünkü tüm yayınlar artık FM kanalı ile yapılıyor).

Bu radyoyu hurdacı da buldum. Grundig marka eski bir radyo.






Bu ise yine eskilerden SİERA marka radyo. Ne yazık ki FM kanalı yok.





Radyonun içi. 
Eskiden kaldığı için sahibi bir köşeye atmış ve bakmamış. Pilleri akmış. Güzelce temizledim ve odada ki yerini aldı.




ESKİ PİLLER:


Eskiden bu pilleri kullanırdık radyolarda, el fenerlerinde. Bazılarını kendim çektim, bazılarını ise internetten alıntıladım. 

(Alıntı yaptığım fotoğrafları yayınlayanlara teşekkürler).










METAL EL LAMBASI:

Ne çok severim bu feneri. Hala saklıyorum.



İSKELET ANAHTARLIK: 

Kimler kullanıyordu bu eski sevimli iskeletoru. :))

Bu fotoğrafı internetten buldum. Benim 7 yıl öncesine kadar aynısı vardı. Ev taşınırken kayboldu. Bu nedenle internetten alıntı yaptım. Bu fotoğrafı ilk her kim yükledi ise teşekkürler.



Pinokyo bisikletlerimiz adete birer efsane idi hepimiz için.

(Fotoğrafı ekleyen arkadaşa teşekkürler).


Unutulmaz MUHTAR ÇAKMAĞI.

Çakmak taşı, ip fitil, pamuk ve gazyağı ile ateş elde etmek harika fikir. :))








Devam edecek...

28 Ekim 2014

ÇAY SEVİLMEZ Mİ?

ÇAY KEYFİ:

Doğanın bize armağanı bu sihirli İksire bayılıyorum. 

Her şeysiz olur ama çaysız bir dünya olmaz. Benim için şu dünyada tek kutsal şey "Çay"dır.

O derece yani...  :))

Bu nedenle hemen hemen tüm çayları yıllardan beri denedim. Şu an için ülkemizde en iyi ve en lezzetli çay, bu aşağıda gördüğünüz çayların karışımı ile oluyor.

Bunların oluşturduğu çay  Renk, Tad, Koku, Uzun süre içilebilirlilik yönleri ile favorim.

Bu çayların her biri tek olarak demlendiği zaman bana göre bir şeyler hep eksik kalıyor. Şimdiye kadar bir çok değişik farklı çayları birbirleri ile karıştırıp denedim ve en hoşuma giden bunların karışımı oldu.

İyi bir çay demleme için tabii şu dört ayrıntıyı kesinlikle atlamamak şart:

1) - Hangi çayı ya da çayları karıştırıp demliyecekseniz, öncelikle soğuk su ile en az iki kez yıkamak gerekli. 

Bunu iki nedenden ötürü yapıyoruz.

1 - Çayın içindeki tozumsu parçacıkların su ile yok edilmesi ve böylece BERRAK bir çay elde etmek. 

2 - Çayın sıcak su ile haşlanmasının önüne geçmek.

Bazı kişiler "ÇAY YIKANMAZ" falan diyorlar. 

Ben buna kesinlikle katılmıyorum. Yalnız çayı asla sıcak su ile yıkamayın. Çay mutlaka SOĞUK SU ile yıkanmalı.

2) - Kireçsiz-klorsuz su kullanmak. 

Bunun için hazır şişe suyu ya da mümkünse artezyen-tulumba-dinamo-doğal kaynak çeşme suyu olmalı. Eğer onları bulamazsanız, normal şehir şebeke suyunu 8-10 saat önceden doldurup, üzeri açık şekilde dinlendirmek ile de elde edebilirsiniz. Böylece kloru uçar ve su biraz iyileştirilmiş olur.

3) - Çaydanlıktaki su kaynamaya noktasına ulaşmasına az kalınca demliği çaydanlığın üzerine kapağı kapalı şekilde koyup, çaydanlığın yapacağı buhar ile birkaç dakika ısınmasını sağlamak çok iyi olur. Böylece çayın rahîyası demliğin içine iyice çıkar. Zaten demliğin kapağını açınca mis gibi bir çay kokusu geldiğinde bunu anlarsınız. 

Çaydanlıkta ki suyu kaynamaya başlayınca yavaşça demliğe dökmeli ve demleme işini tamamlamalı.

Yine bazıları diyorlar ki... "Su kaynatılmamalı. Kaynamadan demlemek gerek"

Ben buna da asla katılmıyorum. Kaynamayan su ile yapılan çay "ÇİĞ" kalıyor hep. Çiğ çiğ bir koku oluyor ve asla lezzetli bir çay olmuyor. Su kesinlikle kaynayacak. 

(Zaten çayı önceden soğuk su ile yıkadığımız ve sonra bir kaç dakika buharda ısıttığımız için "haşlanma" olmuyor).

Son olarak da...

4) - Demlik ve çaydanlık bence kesinlikle EMAYE olmalı. Eski mavi renkli emaye çaydanlıklar bu iş için biçilmiş kaftandı. Bu demliklerde ki çayın tadı diğer tüm demlik türlerinin hepsini açık ara sollar. 

Bir ara kaybolmaya başlamıştı ama kıymetleri yeni yeni anlaşılmaya başladı da, tekrar üretilmeye başlandı.

Mavi, Kırmızı, Beyaz ya da Çiçek desenli gibi farklı renklerde olabiliyor yeni demlikler ve çaydanlıklar. Hangi rengi olursa fark etmez. Yeter ki... Emaye olsun. Elinizden düşürmediğiniz ve çizmediğiniz taktirde ömür boyu kullanabilirsiniz. En sağlıklı demlik-çaydanlık ikilisidir. 
(İkinci sırada porselen demlik gelir. Porselende de çok güzel oluyor).

 (Kahvehane ve çay ve ocakları boşuna bu mavi demlikleri kullanmıyorlar. Girin herhangi bir kahvehaneye, % 90'ı mavi emaye demlik kullanır.

 Tanıdığım eski kahvehanecilerden biri tam 30 kûsur yıldır mavi demliğini hâla kullanıyor).

İşte bu çaydanlıklar.



Çay en azından 15 dakika demlendikten sonra bardağa konmalı.

Güzel bir çay için bunlar olmazsa olmazlar.

Gelelim seçtiğim çayların özelliklerine:

Of  Çay Filiz marka çay ile orjinal Lipton marka çayları uzun süre taze kalması ve içim rahatlığı nedeni ile beğeniyorum. Bunlardan Of çay Filiz çayı güzel bir renk verebiliyor ama Lipton renk olarak bizim geleneksel TAVŞAN KANI ÇAY renginde olmuyor. Rengi daha çok koyu kestane renginde oluyor. Her iki çayı da çok uzun süre taze içebiliyorsunuz. 

(Bu alttaki Of çayı uzun bir süredir kaybetmiştim. Eskiden daha farklı ambalajda idi çünkü. Ama buldum. Yeni ambalajı böyle yapmışlar).


(Eski ambalajı böyle idi. Nerede ise 2 yıldır başka çaylar kullanıyordum. Artık kavuştuk eski dost ile). :))





Lipton'a gelince; 

Bu gördüğünüz sarı renkli orjinal Lipton'dan başka, bir de yerli lipton marka çay var bildiğiniz gibi. "Lipton Doğu Karadeniz" isimli. Onu hiç beğenmedim. Şimdi firma yetkilileri alınacaklar ama bir çaysever olarak ne yazık ki hiç beğenmiyorum. Bence kızmak yerine, çayın kalitesini yükseltin)

Bu aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz orjinal Lipton çok güzel. Yapacağınız karışımın çoğunluğu (yarısından biraz fazla) Of Çay Filiz ya da Lipton olmalı. Bunların ikisini eşit olarak birbiri ile karışım yapabilirsiniz.

 Diğerleri ile ise karıştırırken bunlar en az % 60 olacak.



Bu aşağıdaki sarı renkli Çaykur RİZE TURİST ÇAYI marka çayı da, çay rahiyası vermesi için kullanıyorum. Çay kokusunu, yani rayihasını en iyi bu Çaykur Rize Turist çayı veriyor. 


Yine karışımın % 30'u bu Turist çayı olacak.




Ve en son olarak da... yine Çaykur'un bu Bergamot aromalı TOMURCUK ÇAYI'nı karıştırıyorum.

Çok güzel kokulu oluyor.

Karışımın geri kalan  % 10'u ise bu kokulu Tomurcuk çay kâfi oluyor.


 


Bu oranlardaki çayları birbirleri ile iyice karıştırıp, varsa ahşap bir kutu ya da cam kavanoza doldurun. Oradan alıp demlersiniz. 

(Yani... Ofçayı, Lipton çayı, Çaykur Rize çayı ve Çaykur Tomurcuk çaylarını birbirleri ile karıştırıyoruz).

Çok koyu veya açık çay olmaması için çayı asla göz kararı koymamak gerek. Normal aile çaydanlık demliğine genelde 2,5 yemek kaşığı çay kullanıyorum ve tam istediğim çay oluyor. Ama kalabalık misafiriniz geldiğinde büyük demlik kullanacaksanız, bu 2,5 yemek kaşığından daha fazla koymanız gerekiyor.

O oranı siz deneme-yanılma yöntemi ile birkaç defa'da öğrenirsiniz zaten.


İyi bir çay için tek bir marka 1 kg.lık çay alacağınıza, 250 Gr.lık 3-4 çeşit çay alın ve birbirleri ile harmanlayın. Elinizde yine 1 kg. çay olur ama hiç değilse daha farklı aromalı çay keyfi yapabilirsiniz.

Tavşan kanı kırmızısı, uzun süre taze kalabilen ve Bergamot aromalı nefis çay ile iyi keyifler.

 NOT:: Çay tamam ama asla ve asla bu güzel çaya LİMON SIKIP içmeyin.

Çaya limon katılmasına feci halde karşıyım. 

Çünkü çay, çay olmaktan çıkıyor. Limonlu çay, araba aküsüne konulan asitin tadı gibi geliyor. Berbat ve iğrenç ötesi bir tadı oluyor çayın.

(Çayın neden olduğu demir emiliminin önüne geçmek için limon kullanmanıza bir lafım yok elbette. Yerinde bir yöntemdir ama bunu çayı normal içtikten sonra, bir çay kaşığı limon suyunu içerek de halledebilirsiniz. Limonun suyunu çayın içine katarak çayı öldürmeyin).

Son olarak şunu da ilave edeyim. Ben demliğin içine 1 ya da 2 adet mutlaka karanfil atıyorum. Hem Bergamot hem de karanfil mis gibi koku veriyor.

Çayınızı ister böyle orta boy cam bardak ile isterseniz ince belli küçük cam bardak ile...








İsterseniz de Porselen fincan ile içilir. Hangisinden içmeyi seviyorsanız artık.

(Porselen fincan mutlaka ince kemik fincan olmalı).



Çay kültürü sadece Uzak Doğu ve İngilizlere ait değil elbet. Biz Türklerin de kendimize özgü çay kültürü ritüellerimiz var.

Böyle evde ya da iş yerinden farklı olarak, özellikle de tarla da çalışırken (aslında orası da iş yeri sayılır ya..) çalı-çırpı-odun ateşi yakarak, o ateşte toprak testi'de ile kaynatılıp demlikte demlenen çay var ki... Onun da apayrı bir keyfi olur. 

Bir ritüelimizde böyle çay demlemektir. 

Toprak testi + Odun ateşi. Süper ikili.

Ateşte kaynadığı için is kokulu olurdu ama o is kokulu çay çok lezzetli olurdu.

Özellikle akşam üzeri iyice yorulmuşken, yaz aylarında saat 17.00-18.00 gibi ateş yakılıp da, yanına bir de darı (mısır) közleyip içtiğimiz çayların lezzetini hiç unutamayız herhalde. Yorgunluktan eser kalmazdı.

İşte o toprak testilerinden biri. Bir kaç kere çay yapıldığında kapkara oluyor ve KARA BARDAK adını alıyor. 

Bunun yerine Alüminyum, Çelik ya da Emaye çaydanlık kullanıldığında dışları simsiyah oluyorlar ve onlara da KARA GÜĞÜM deniliyor.





::